Kenar  —  Yayınlandı: Haziran 1, 2012 / Barışağı

misilleME

Yayınlandı: Mayıs 18, 2012 / Barışağı

                                                                                                                  2011 Mayıs’ıda yayınladığımız yazıyı 2012 Mayıs’ında yeniden yayınlıyoruz…2013 Mayıs’ında yayılamaya gerek olamaması umuduyla !!!

ANF haber ajansından edindiğimiz bilgiye göre Kastamonu eylemini HPG üstlendi. Habere göre “HPG Basın İrtibat Merkezi (HPG-BİM) yaptığı açıklamada, 4 Mayıs günü gerçekleşen Ilgaz Dağı eteklerinde gerçekleşen eylemi üstlendiklerini duyurdu. HPG, bu eylemin halka karşı uygulanan “polis terörüne” yönelik misilleme olduğunu bildirdi ”

Eylemin bir misilleme eylemi olduğunun altını çizen HPG gerçekleştirilen eylem sonucunda bir polisin gerillalar tarafından öldürüldüğünü ve bir polisinde yaralandığını belirtmiştir.

Sistemin Kürt halkına yaklaşımını sivil itaatsizlik çadırlarına yapılan baskınlarda, polis kurşunu ile öldürülen liseli gençlerde, orantı kavramının anlamsız kaldığı meşru devlet şiddeti uygulamalarında hep birlikte gördük. Barış ve şiddetsizlik talebinde bulunan bizler bu süreçte ortaya çıkan şiddeti eleştirdik ve biran önce durdurulması gerektiğinin altını çizdik. Tarafların biran önce masaya oturmalarını talep ettik, bunu talep ederken bunun bu kadar kolay ve yakın olmayacağını biliyorduk ama yüreğimizden geçen düş buydu ve biz bunu talep etmekten geri durmadık. Bu süreçte askeri operasyonlar arttıkça artı, hergün yeni askeri hareketliliklerin haberi geldi, ateşkes ilan etmiş bir silahlı hareket olan PKK’ye karşı ardı arkası kesilmeyen darbeler indirildiği haberleri gelmeye devam etti. Gencecik gerillaların ölü bedenleri dağlardan indi ve kalabalık kitlelerin omuzlarında yolculandılar…

Eylemsizlik kararı almasına rağmen öz savunma temelinde hareketli olacağını beyan eden HPG’nin tüm bu olanların üstüne bir “misilleme” eylemi gerçekleştireceğini tahmin etmek pekde zor değildi. Ve korkulan en sonunda oldu. Bu eylem gerçekleşti ve bir ananın daha yüreğine ateş düştü…

Devletin yürüttüğü operasyonların bir sonucu olarak dağlardan gelen Kürt gençlerinin bedenlerini görünce nasıl ciğerimiz yandıysa ölen polisede aynı düzeyde ve aynı içtenlikte yandı. Belki o polis memuru bizi bir hırsızdan korumuştu, belki canımızı yakan birisini yada hakkımızı gasp eden birisini yakalayıp adalete teslim etmişti…Hatta belki aynı kahvede yan yana çay içmiştik yada yağmurlu bir günde bizimle şemsiyesini paylaşmıştı…kim bilir…Gerçekleştirilen missileme eyleminin onun şahsına karşı yapılmadığını biliyoruz. Peki kime yada neye karşı yapıldı? Yanıtı basit, devlete ve mevcut iktidara karşı yapıldı ve polislerin uyguladıkları şiddete bir cevap niteliği taşıdığı belirtildi… Peki bu eylemde devlet mi azaldı, iktidar mı güçsüzleşti, polisler mi yenildi? Tabiki hiçbiri. Türkiye toplumu olarak biz azaldık ve biz güçsüzleştik dağdaki gerillalardan birinin ölmesiyle Türkiye toplumu olarak azaldığımız ve güçsüzleştiğimiz gibi…ve en çok anası, babası ve yakınları kaybetti tabi, bu konuda sözcükler kifayetsiz…

O polis memuru belki iyi, belki zalim, belki bizden daha merhametli, belki daha demokrat yada daha insancıldı…bilemiyoruz…ama artık ne önemi varki? çünkü artık o yok. Neden peki? Adı “misilleme” olan bir eylem yüzünden. Peki ne demektir misilleme?

Türk Dil Kurumunun sözlüğüne baktığımızda, “Misilleme: Kısasa kısas” olarak tanımlanmaktadır. Bu durumda misilleme PKK’nin ölen her gerillası için bir karşı can alması demektir, aynı yöntemlerle… Bunu düşününce tüylerimiz ürperdi. Neden mi? Son bir kaç ayda yaşanan çatışmalar nedeni ile hayatını kaybeden gerillaların sayısına bakmak bunun için yeterlidir sanırım. Bu ölümlere sivil halkın devletin güvenlik güçleri tarafından açılan ateş sonucu hayatını kaybetme vakalarınıda eklersek korkunç bir tablo çıkıyor ortaya. Bu tabloya “kısasa kısas” sözcüğünü lügatımızdan silmek istememize neden olan, ölen insanlara uygulanmış işkence ve zulümleri eklediğimizde ise ancak korku filmlerinde karşımıza çıkacak bir durum şekilleniyor. Neden mi?

Dersim’in Pülümür ilçesi kırsalında 26 Nisan günü Türk ordusunun düzenlediği operasyonda hayatını kaybeden 7 HPG gerillasının cenazeleri Erzurum ve Malatya’ya götürülmüştü. Teşhis için Erzurum’a giden aileler, cesetlere vahşet uygulandığını, gözlerin oyulduğunu, kulakların kesildiğini ve kafalarının ezildiğini belirtmişti. Kısasa kısas sözcüğünü lügatımızdan çıkarmak istemeyelimde ne yapalım?

Allahtan gelinen noktada PKK’nin düzenlediği missileme yani kısasa kısas eylemi TDK’nın ifade ettiği sözlük anlamının tam karşılığı değilde sembolik bir eylemlilik düzeyindede bu güzel ülke kan revan içerisinde ve delilik düzeyinde bir şiddet sarmalında kalmıyor. Sembolik kavramı yazarken bizi bile irite ediyor ama yerine ne koyacağımızı bilemedik. Bir insanın ölümüne yol açmış sembolik bir eylem… Peki ya gerçekçi eylemlikler? Peki ya PKK, TDK’ya uyup sözcüğün tam karşılığını hayata geçirirse ? Onlardan böylesi bir davranışı beklemiyoruz çünkü gözlemimiz odur ki 30 yılı bulan savaş deneyimlerinde savaşı bir çözüm ve adalet aracı olarak hiç görmediler ve misilleme eylemlerini hep sembolik tuttular. Ama gelinen noktada onlardan ziyade halk tabınından yükselen bir ses varki bizleri asıl kaygılandıran odur. Çünkü halklar örgütlü yapılar gibi sorumlu düşünmek zorunda değiller ve sabırtaşlarının çatladığı yerde kendilerini temsil ettiğini idda eden hareketleri onaylamaslarda farklı yollara sokabilirler. Aksi takdirde o hareketi takip etmez ve bırakırlar ve o hareket yok olmamak adına tabanına kulak verir ve ne gerekiyorsa yapar, inanmasada…

Bu dediklerimizi somut ve olabildiğince açık ifade etmek gerekirse. Kürt halkının bir kısmı PKK’ye daha yüksek düzeyde şiddet uygula, intikamımızı al ki seni destekleyelim mesajı verebilir, kulağı koparılmış gerilla cenazelerini gördükten, liseli gençlerini sokaklarda kurşunlarla kaybettikten sonra. Ve öyle bir nokta gelirki PKK bile bu çağrıya yüz çeviremez ve iş sarpa sarar. Buna dair gözlemlediğimiz bir gerçekliğin altını çizmeyi boynumuzun borcu biliyoruz. Bir tehdit olarak değil en büyük korkumuz olarak!

Son zamanlarda düzenlenen gerilla cenazelerinde, mitinglerde ve benzeri toplumsal katılımlı faaliyetlerde sıkça atılan bir slogan dikkatimizi çekmekte. “İNTİKAM” Yani misilleme, yani kısasa kısas!!!Bu sloganları atanlar ölen gerillaların yakınları, sevenleri ve onları destekleyen takipçileri. Ölen polis içinde benzer sloganlar şehit cenazesinde atıldı ve hesabının sorulacağı bildirildi. Yani toplumsal olarak geldiğimiz nokta ve sürüklendiğimiz gelecek kan, ölüm, kaybetme, zulüm ve savaş…Umarız biz evhamlanıyoruzda süreç tarif etmeye çalıştığımız, korktuğumuz bir geleceğe doğru evrilmiyordur. Geçen gün DTK kongresinde Aysel Tuğluk’un bizce ifade etmeye çalıştığıda tamda buydu. Ama sorumlu medyamız ve çok sorumlu aydınlarımız, ” ne oluyor bizi tehdit mi ediyorsunuz?” diye olaya yaklaşmaktan hiç tereddüt duymadılar. Bu davranışlarını anlamak zor değil çünkü hiçbirinin ne bir polis yakını var ne de dağda bir gerilla yakını. Ölümler üzerinden yiğitlik yapmak kolay ölüm size uzaksa tabi. …

Biz barış ve şiddetsizlik isteyen insanlar sesimizi yükseltmediğimiz takdirde bu durum keskinleşerek devam edecek ve ölenler öldükleri ile kalacaklar. Mutlak güç üstünlüğünün her iki taraftada olmadığını açıkça gördüğümüz bu denklemin savaşarak yada kısasa kısas metodu ile çözülmeyeceğide aşikar. Bizlere düşen hem devlete hem PKK’ye çağrıda bulunarak şiddetin durdurulması talebimizi ısrarla dile getirmektir. Güzel ülkemizde bu savaş yüzünden bir kişinin daha ölmesi hepimizin eksilmesidir. Vicdanlarımızın ve sağduyumuzun devreye girmesi için gerçek anlamda misillemelere ihtiyaç duymadığımızı barış ve şiddetsizlik çığlıklarımızla duyuralım.

Var gücümüzle haykıralım: Devletimiz lütfen operasyonları durdur ve dialoğun önünü aç!!! ve PKK, lütfen misilleME, ateşkese devam !!!

Barışağı


Tutuklu Avukatlara Destek Kampanyası2 Kasım 2011 tarihinde Savunma hakkına ve hak arama özgürlüğünün temsilcisi avukatlara yönelik, tarihin en büyük saldırısı yapılmış ve 36 avukat  tutuklanmıştır. Yapılan bu saldırıyı, hakkında soruşturma başlatılan 45 avukata yapılmış saldırının ötesinde ‘tüm Avukatlara Avukatlık Mesleğine, bireylerin Savunma Hakkına, Hukuka, Hukukçulara ve nihayetinde Adalet değerine’ yöneltilmiş bir tehdit olarak görmekteyiz.

Yurttaşların hak arama özgürlüğünün, savunma hakkının ve toplumsal adaletin güvencesi olan Avukatlara yönelik bu saldırıyı kabul edilemez buluyor ve mesleklerini icra etmeleri nedeniyle özgürlüklerinden yoksun bırakılan Avukatların, derhal serbest bırakılmasını istiyoruz.

İMZA ATMAK İÇİN:      http://imza.diyarbakirbarosu.org.tr/index/imzala

Dileğimiz Ne?

Yayınlandı: Ocak 12, 2012 / Barışağı

Türkiye’nin dilek haritası çıkarıldı

Türkiye’nin ‘dilek haritası’ çıkarıldı. İstanbul, Ankara, Bursa, Eskişehir, Adana ve Antalya’da en çok “aşk”, İzmir’de “para”, Van, Hakkari, Şırnak, Bitlis, Batman, Diyarbakır, Elazığ ve Manisa’da ise “barış” dilendi

Türkiye'nin dilek haritası çıkarıldı

Penti tarafından gerçekleştirilen ‘Dilek Ağacı’ uygulaması için 90.000 metre kurdela kullanıldı ve tüm Türkiye genelinde toplam 512.000 dilek bağlandı. Ve sonunda Türkiye’nin dilek haritası ortaya çıktı.

Dilek Ağacı’nda ortaya çıkan ilgi çekici sonuçlara göre,Türkiye‘nin en kalabalık şehri İstanbul en çok “aşk” dileyen il oldu. Ankara, Bursa, Eskişehir, Adana ve Antalya‘da aşk dilerken, İzmir en çok “para” dileyen şehir oldu. Van, Hakkari, Şırnak, Bitlis, BatmanDiyarbakır, Elazığ ve Manisa ise barış diledi. 

Türkiye genelinde yüzde 29 oranla en çok “aşk” dilendi. Yüzde 27 ile “para” aşkı takip ederken, yüzde 21 ile “sağlık” 3. sırada yer aldı. Yüzde 9,5 oranla “eğitim” 4., yüzde 8.5 ile “iş” 5. ve son olarak yüzde 5 oranla “barış” dilendi.(hürriyet)

Kaynak: http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalDetayV3&ArticleID=1075274&CategoryID=77&Rdkref=6

Barışağı

Bu basit haritalama çalışması bile (ki Allah’tan Kürt’ler tarafından yapılmamış, yoksa Uludere vakası gibi yine Kürt’ler ortaya çıkan sonuçtan sorumlu tutulacaktı) bu ülkede barışı kimin istediğini ve savaşı kimin umursamadığını göstermeye yetiyor sanırız…

Birlikte yaşamak ….?….?…?….?….?

Toplumları bir arada tutan ortak köklerden ziyade ortak hayellerdir. Geçmiş olsa olsa bir referans noktasıdır başlangıçlara ama gelecek tasavvuru yürünecek yoldur. Ki Kürt sorununda geçmişe dair referansları hiç kullanmasak daha iyi sanırız. Haritaya bir daha dönüp bakın lütfen, birlikte yaşamak kimin umrunda sizce? Tek sorun kimsenin açıkça dile getirmemiş olması henüz ve sanırım tüm taraflar açısından bu durum çok yakın zamanda açıkça dile getirilip yeni başlangıçların ilk adımları atılacak.

“Sınırların olmadığı bir dünya da tüm canlıların doğa ile barış içinde, özgür ve adil bir şekilde yaşayacağı model her neyse onun umuduyla…”

Sizin dileğiniz ne? 

Barisagi


Uluslararası Af Örgütü Türkiye’nin imza attığı sözleşmelere ve AİHM’de aleyhine sonuçlanan davalara rağmen vicdani ret konusunda adım atmadığını belirtti, düzenlemelerin yasal hükümleri kapsamadığına dikkat çekti.

Uluslararası Af Örgütü Türkiye Şubesi bir açıklama yaparak Türkiye’nin vicdani ret hakkına “hâlâ saygı duymadığını” duyurdu.

Son dönemde vicdani retle ilgili olarak bakanlar düzeyinde yapılan açıklamalara dikkat çeken Af Örgütü, bu açıklamalarda yer alan yeniliklerin “vicdani ret hakkını tanıyan yasal hükümleri kapsamayacak nitelikte” olduğuna dair kanaatini vurguladı.

Af Örgütü Türkiye’nin taraf olduğu uluslararası insan hakları belgesini hatırlatarak, Türkiye’nin “vicdani sebepler yüzünden zorunlu askerlik yapmayı reddedenlerin haklarını ihlal etme konusunda” uzun bir geçmişe sahip olduğunu söyledi.

Af Örgütü açıklamasında Türkiye’ye, vicdani ret hakkının tamamen tanınması ve uygulanmasını güvence altına alması yönünde çağrıda da bulundu.

Örnek davalar hatırlatıldı

Af Örgütü Türkiye’nin Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne (AİHM) taşınan vicdani ret davalarına da değindi.

Osman Murat Ülke’nin 2006’daki davasında AİHM’in; Türkiye’nin Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin insanlık dışı veya küçültücü muamele ya da cezayla ilgili olan 3. maddesini ihlal ettiğine hükmettiği anlatıldı.

Benzer şekilde Yehova Şahidi olan Yunus Erçep’in davasında da Türkiye’nin aleyhine karar çıktığı; insan hakları savunucusu ve vicdani retçi Halil Savda’nın Türk Ceza Kanunu’nun “halkı askerlikten soğutmayı” suç sayan 318. maddesi kapsamında üç ayrı davayla karşı karşıya olduğu belirtildi.

Türkiye’nin Avrupa Konseyi’nde bulunduğu halde vicdani ret hakkını tanımayan iki ülkeden biri (diğeri Azerbaycan) olduğunun altını çizen Uluslararası Af Örgütü, Türkiye’de askerlik hizmetine herhangi bir sivil alternatif bulunmadığını ve vicdani retçilere dava açılmaya devam edildiğini bildirdi. Açıklamada “Vicdani retçiler çoğunlukla askerlik hizmetlerini her reddedişlerinde mahkum ediliyorlar ve serbest bırakıldıklarında tekrar askere çağırılıyorlar” denildi.

Kaynak:http://bianet.org/bianet/insan-haklari/134884-turkiyede-vicdani-redde-saygi-yok

Uluslararası Af Örgütü’nün açıklamasının tam metni:

“Türkiye vicdani ret hakkına hâlâ saygı duymuyor”

Türkiye, 28 Kasım ila 2 Aralık tarihleri arasında Avrupa Konseyi’nde düzenlenen Bakanlar Komitesi’nin son insan hakları toplantısında, vicdani retçilerin haklarına dair 2006’da verilen Avrupa Mahkemesi kararını uygulama konusunda talep edilen gelişme raporunu sunma konusunda başarısız oldu.

Son dönemde, çeşitli devlet bakanları zorunlu askerlik hizmetine dair yenilikler konusunda halka açıklamalar yaptı. Fakat bu açıklamalar yeniliklerin vicdani ret hakkını tanıyan yasal hükümleri kapsamayacak nitelikte olduğunun da sinyallerini veriyor.

Bakanlar Komitesi 2 Aralık 2011’de verdiği kararla, Türkiye’ye Mart 2012’de gerçekleşecek bir sonraki toplantılarına kadar ‘somut adımlar atma ve eylem planı şeklinde gerekli tedbirlerin alınarak, açık bir zaman çizelgesiyle bu sorularla ilgili Bakanlar Komitesi’ne elle tutulur bilgi sağlaması’ konusundaki çağrısını yineledi.

2006’daki Ülke Türkiye’ye Karşı davasında, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, Ülke’nin defalarca kovuşturmaya tabi tutulup ardından bir vicdani retçi ve inançları dolayısıyla pasifist olduğu için zorunlu askerlik yapmayı reddetmesi üzerine mahkum edilmesinin Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 3.maddesini (insanlık dışı veya küçültücü muamele ya da ceza) ihlal ettiğine hükmetmiştir.

Türkiye, taraf olduğu birçok uluslararası insan hakları belgesinde de yazdığı gibi, vicdani sebepler yüzünden zorunlu askerlik yapmayı reddedenlerin haklarını ihlal etme konusunda uzun bir geçmişe sahip.

Uluslararası Af Örgütü Türkiyeli yetkililere bu hakkın tamamen tanınması ve gecikmeden uygulanmasını güvence altına alınması konusunda çağrıda bulunuyor.

23 Kasım 2011’de Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, vicdani ret hakkını kullandığı için yetkililer tarafından hakkında defalarca kovuşturma açılan vicdani retçi ve Yehova Şahidi olan Yunus Erçep’in davasında Türkiye’nin aleyhine karar verdi. Mahkeme, Türkiye’nin Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 3.maddesi uyarınca Yunus Erçep’in düşünce, vicdan ve din özgürlüğünü ihlal ettiğine hükmetti.

Uluslararası Af Örgütü üyeleri ve destekçileri Aralık başında 70 ülkede bir araya gelerek Türkiyeli yetkililerden vicdani retçilerin hapse atılmasını durdurmasını ve vicdani retçiler için Avrupa ve uluslararası standartlarda alternatif bir hizmet sunmasını talep etti.

Vicdani retçi olan Halil Savda aynı zamanda bir insan hakları savunucusu. Savda şu anda vicdani retçilere desteğini özgürce ettiği için mahkumiyet riski ile karşı karşıya. 2004’ten beri askerlik hizmetini yapmayı reddettiği için birçok defa tutuklandı ve bu zaman zarfında toplam 17 ay tutuklu kaldı. Halil Savda zorunlu askerlik hizmetine karşı makaleler yazdı, çeşitli gazetelere röportajlar verdi, gösteri ve toplantılarda konuşmalar yaptı. Ayrıca Türkiye’deki Savaş Karşıtları adlı sitenin de kayıtlı sahibi.

Bu faaliyetlerinden dolayı Türk Ceza Kanunu’nun “halkı askerlikten soğutmayı” suç sayan 318. maddesi kapsamında üç ayrı davayla karşı karşıya. 2008’de Halil Savda “çürük” raporu aldı, dolayısıyla bir daha askere çağırılmayacak. Ancak, yakın zamanda barışçıl eylemleri sebebiyle 100 gün hapis cezası aldı ve her an hapse girme riskiyle karşı karşıya.

Halil Savda Uluslararası Af Örgütü’ne, 2007’de tutuklu olduğu sırada dört yetkili tarafından tekmelenerek ve dövülerek kötü muameleye maruz kaldığını, kirli bir çaputun ağzına sokulduğunu, üç gün boyunca sandalye ve yatağın olmadığı bir odada çıplak bırakıldığını ve battaniye olmadan beton zeminde uyumaya zorlandığını söyledi. Bu olaylar hiçbir zaman uygun bir şekilde araştırılmadı.

Türkiye, Avrupa Konseyi’nde olup vicdani ret hakkını tanımayan iki ülkeden biri, diğeri ise Azerbaycan. Türkiye’de askerlik hizmetine herhangi bir sivil alternatif mevcut değil ve vicdani retçilere dava açılmaya devam ediliyor. Vicdani retçiler çoğunlukla askerlik hizmetlerini her reddedişlerinde mahkum ediliyorlar ve serbest bırakıldıklarında tekrar askere çağırılıyorlar.

Arka plan

Ülke Türkiye’ye Karşı ( Başvuru no. 39437/98)

Kararda, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, Ülke’nin defalarca kovuşturmaya tabi tutulup ardından bir vicdani retçi ve inançları dolayısıyla pasifist olduğu için zorunlu askerlik yapmayı reddetmesi üzerine mahkum edilmesinin Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 3.maddesini (insanlık dışı veya küçültücü muamele ya da ceza) ihlal ettiğine hükmetmiştir.

Mahkeme, vicdani ya da dini sebeplerden dolayı askerlik hizmetini yerine getirmeyi reddedenler için yaptırım uygulayan Türkiye yasasında belirgin hiçbir kanuni hüküm olmadığından dolayı var olan yasal çerçevenin yetersiz olduğunu ve üstünün emirlerine uymayı reddedenler için geçerli olan Askeri Ceza Kanunu’ndaki yaptırımların konuyla ilgili uygulanabilir tek kanun olduğu kararına vardı;

Erçep Türkiye’ye Karşı (Başvuru No. 43965/04)

Mahkeme, Yüce Divan’ın geçen yıl Bayatyan Ermenistan’a Karşı davasında verdiği karar doğrultusunda, Yehova Şahidi vicdani retçi davasında Türkiye’nin Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 9. maddesini ihlal ettiğine hükmetti.

Mahkeme, Erçep’in reddinin askerlik hizmetini gerçekleştirme yükümlülüğü ile ciddi ve aşılmaz çelişkiler içinde olduğunu ve samimi dini inançlara dayandığı kararına vardı.

Kaynak: http://www.amnesty.org.tr/ai/node/1810



Saçlarımı sıfıra vurdular, kara vagona bindirdiler…

Samsun – Medine Çolak, 1937-38 Dersim soykırımından sağ kurtulan, evlatlık verilen kayıp kızlardan biri…

Devletin acımasız yüzüyle tanıştığında henüz 10 yaşında bir kız çocuğuydu. Babası Seyit Ali Güngör, abisi Kalman, kız kardeşi Bese ve 3 yaşındaki Hasan gözleri önünde katledildi.

Soykırımdan kurtulan yüzlerce çocuk gibi, önce saçları sıfıra vuruldu… Sonra ‘Kara Vagon’a bindirilerek hiç tanımadığı topraklara sürgün edildi.

Herkes ailesinden birkaç kişiyi kurtarmanın sevinci içindeyken ama o bu yolda tek başınaydı… İşte onun hikayesi burada başlıyordu…

Samsun’da Çerkez bir aile tarafından evlat edindi. Bugün 87 yaşında Medine. Kendisiyle görüşmeye gittiğimde bana ilk sorusu ‘Kurmaci biliyor musun’, oldu.

Ve sonra, “Kızım çok insan, çok gazeteciler geldi anlatım, ama ne değiştiği ki?” diye soruyor. Kızı Ayla’nın hızlıca perdeleri çekmesiyle birden irkiliyor ve bana dönerek, “Eskiden çok yürekliydim biliyor musun? Şimdi bu sesler bile beni ürkütüyor ” diyor…

Sözü şimdi Dersim’in kayıp kızı Nazmiyeli Medine’ye bırakıyoruz:

ASKER KURŞUN SIKA SIKA GELDİ 

‘’1937’de kırım daha başlamadan kışın annem Belgihan, karlı bir kış günü zatürreeden öldü. Biz dört kardeş babamla öylece kala kaldık. Abim Kalman, kardeşlerim Bese, Hasan ve benim için zor günler başlamıştı.

Abim ve babam havyacılıkla uğraşıyordu… Aslında 10 yaşında olmama rağmen bütün evin yükü üzerime binmişti. Evin büyük ablası bendim, kardeşlerimle ilgilenmeye çalışıyordum.

Her şey yaz aylarında başladı. Babam bir sabah hayvanları otlatmaya gitti, saatler geçti gelmedi. Çok korkmuştum. Evin önüne oturuyorduk, abim babamı aramaya gideceği söylediği an, birden peş peşe silah sesleri geldi. Tüm köy halkı panik içinde dışarıya toplandı. Ellerinde tüfekler, askerler köyümüze doğru kurşun sıka sıka geliyorlardı. Herkes can derdiyle koşuşturmaya başladı.

O korkuyla, ormana doğru koşmaya başladım. Öyle bir koşmuşum ki, nefes nefese durduğumda çok uzağa gitmiş olduğumun farkına vardım. Gece ormanda bir başıma kaldım.

KÖYE GELDİK, EVLER YANMIŞTI 

Gece yarısı kurşun sesleriyle uyandım. Tekrar koşmaya başladım. Bacadan duman tüttüğünü gördüğüm bir eve gittim. Kapıda kadın beni görür görmez, ‘sen niye buraya geldin, bizi de götürecekler. Sıra bize geldi’ dedi. Kadın tencereleri toprağa gömüyordu …

Bana yarım ekmek ve bir tas yoğurt verdi. İlerdeki çam ağacını göstererek, ‘yavrum burada durma git çamlara saklan’ dedi. Çam ağaçlarının içine sokularak ekmeğimi ve yoğurdumu yedim.

Bir zaman sonra bizim köydeki gençler önümden koşarak geçtiğinde çok sevindim. Tanıdığım yüzlerle karşılaşmıştım. Koşarak yanlarına gittim, “Nereye gidiyorsunuz beni de götürün” dedim. Aralarından biri elimden tutarak yanlarında götürdü. Köye geldiğimizde kimse kalmamıştı, evlerimiz yakılmıştı…

MENO MENO YAŞIYORSUN

Sonra bizim köyün yakınlarında olan annemin köyü Deste’ye gitmeye karar verdim. Ancak oraya vardığımda da kimse kalmamıştı. Belki bir tanıdığa rastlarım diye yaylaya doğru yol aldım. Biraz yürüdükten sonra bir kalabalıkla karşı karşıya geldim. Koşa koşa yanlarına geldiğimde teyzem Arzu’yu gördüm.

Çok sevindim, beni görür görmez “Meno meno yaşıyorsun yavrum” diye sarıldı. Köyde herkes bana Meno derdi…

Kardeşlerimin askerler tarafından götürüldüğünü söyledim. Nereye gidileceği tartışılırken birden yaylanın tepesinden askerler ateş açmaya başladı. Hepimiz yaylanın aşağısına doğru koşmaya başladık. İşte orada teyzemi kaybettim. Kalbim duracak gibiydi…

Yayladan indiğimde, bir derenin oraya geldim. Derenin kenarında oyuk bir taşın arkasına saklandım. Dizlerime kadar ıslanmıştım. Kafamı kaldırdığımda yayladan aşağı doğru gelen askerlerden birisinin beni fark etmesiyle ateş açması bir oldu.

Asker yanıma gelerek bağırmaya başladı, beni alıp oradan çıkarttı ve itekleye itekleye beni çocukların, kadınların, adamların bulunduğu yığının içinde attılar. Ailemi belki bulurum umuduyla kalabalığın içinde dolanıp duruyordum. Ama bulamadım…

BENİM GİBİ BİR SÜRÜ ÇOCUK VARDI

Sonra bizi Elazığ’a götürdüler. Benim gibi bir sürü çocuk vardı. Kadın, çocuk hepimizi toplayarak saçlarımızı sıfıra vurdular. Hamama soktular sonra da trene bindirdiler…

Uzun bir yolculuk oldu. Nereye gittiğimizi bilmiyorduk. Trenin içi çok kalabalık, mahşer gibiydi. Bizi bir yerde indirdiler daha sonra Samsun Terme ilçesi olduğunu öğreneceğim bir yere gelmiştik.

Hepimizi bir Han’ın içinde doldurdular. Davut Öngen isimli Nüfus Müdürü teker teker hepimizin ismini alıyordu. Sıra bana geldiğinde Türkçe tek bir kelime bilmediğim için sorduğu hiçbir soruya cevap veremedim. Bana öyle hüzünlü bir gözlerle bakmıştı ki… Beni sandalye ye oturtturdu, simit verdi. El hareketleriyle gidip hemen döneceğini söyledi.

YENİ YUVAM ÖNGEN AİLESİ 

Daha sonra gidip eşi Naciye’ye ‘Getirilen Kürtler arasında küçük bir kız var. Hiç kimsesi yok öyle güzel, öyle garip ki onu bu halde bırakamayız’ demiş. Kaymakama da danışmış, sonra beni elimden tutarak eve götürdü. 4 çocuğu vardı…

Eşi Naciye beni görür görmez hemen sahip çıktı. Çerkez bir aileydi. Mekanları cennet olsun bana çok iyi davrandılar. Naciye abla beni hemen alıp banyoya soktu. Bana Fatma diye sesleniyordu. Başlarda söylediklerinden hiçbir şey anlamıyordum.

Naciye abla bana süpürgeyi getir dediğinde, ben ona kürek getirirdim. Sonra yavaş yavaş Türkçe öğrenmeye başladım. Nüfus kâğıdımı Dersim’den getirdiler o zaman bana tekrar Medine demeye başladılar. Zaten Fatma ismine de alışamamıştım.

Naciye abla dışarıya çıktığında odama kapanıp babam ve kardeşlerim için ağlardım. Tek bir gün geçmedi onları sayıklamadan…

Ben okulla gidemedim. Ama hiç sormadım nedenini. Yabancılık çektim hep. Oraya ait olmadığımı hissediyordum. Ancak kendi çocuklarım olduğunda kardeşlerimle kalan yarım hasreti onlarla giderdim.

Genç kızlığım da zor geçti. Bana kucak açan aile iyi bir aileydi ama benim ailem değildi ve benim çektiğim acıyı hiçbir zaman o kadar derinden hissedemezlerdi.

TOPRAĞI ÖPTÜM

19 yaşımda görücü usulüyle evlendim. Eşime her şeyi anlattım. Bana hep destek oldu. Fakirdik. İlk çocuğum dünyaya geldiğinde çok mutlu oldum. Abim Kalman’a benziyordu, onları hem çocuklarım hem kardeşlerim gibi sevdim.

Burada uzun bir süre Dersim’li olduğumu söyleyemedim. Hala oturduğumuz Unkapanı da beni Erzurumlu sanırlar. Söyleyemedim, hep çocuklarıma kötülük yaparlar endişesi içinde yaşadım çünkü hepsi Türk’tü…

Çocuklarıma seneler sonra Dersim’li olduklarını söyledim. Onlar da bilmiyorlardı. Halbuki Dersimli olmakla gurur duyuyorum…

Dersim’e seneler sonra tekrar ayak bastığımda toprağı öptüm. Her şey gözlerimin önünden geçti. Bu duygu hem hüzün hem öfke hem korku hem de sevinçti. Akrabalarım beni büyük hasretle karşıladı.

NE YAPAYIM BÖYLE ÖZRÜ

Şimdi evlatlarımız da bizimle aynı baskıları görüyor, hala orada aynı şeyler yaşanılıyor. Ben hala babamın, kardeşlerimin mezarını bilmiyorum. 87 senedir bu acıyla yaşıyorum. Ne yapayım ben öyle özrü…

Dersim’e dört kez daha gittim, artık yürüyemez hale geldim. Kızımın daha önce yapmış olduğu araştırmalardan babamın, abim ve kardeşlerimin kırımda Mazgirt’te öldürüldüğünü öğrendim. ama onları ömrümün her saniyesinde yüreğimde taşıdım ve ölünceye kadar bu böyle olacak…

Kaynak: Zeynep Kuray -ANF

Özel / 08:22 / 09 Aralık 2011


Bir süredir Türkiye’nin çeşitli illerinde devam eden Ekolojik Anayasa girişimi, İstanbul’da konferans toplayarak bir sonuç bildirgesi ortaya çıkardı. Bildirge şu şekilde:

Ekolojik Anayasa  Konferansı  / 15 Mayıs 2011

Sonuç Bildirgesi

Doğayı Bir Hak Öznesi Olarak Tanımlamak!

Türkiye halkı ilk kez kendi anayasasını yapmaya hazırlanıyor.

Tüm farklılıklarıyla toplumsal kesimler, topluluklar, bireyler Anayasa Platformlarında bir araya geliyor, bu ülkede nasıl yaşamak istediklerini enine boyuna tartışıyorlar. Yeni Anayasanın sivil, demokratik, özgürlükçü, sosyal bir anayasa olması ve barışçı bir dille yazılması konusunda şimdiden geniş bir mutabakat var.

Ve Türkiye ilk kez, Ekolojik Anayasa ihtiyacını tartışıyor.

Ekolojik Anayasa Girişimi, Yeryüzü’nün / Doğa’nın haklarını tanımlayan, tanıyan ve güvence altına alan bir anayasa için çalışma başlattı.

Girişim düzenlediği oturumlarda, ağır bir ekolojik krizin etkisi altında bulunan dünyamızda, iklim değişikliği, çevre kirliliği ve Doğa’nın önlenemeyen tahribine karşı hangi anayasal önlemler alınabilir; Doğa’yla uyumlu bir var oluş nasıl sağlanabilir;  sadece bugün yaşamakta olanların değil, gelecek kuşakların da yeryüzünün bütünlüğü ve sürekliliği içinde var olma hakkı nasıl korunabilir, sorularına yanıtlar aradı.

Mutabakat sağlanan görüşler:

  • Yeni Anayasa insan merkezli (antroposentrik) değil, ekoloji merkezli, bütünleşik bir hak anlayışını tercih eden,  Ekolojik bir Anayasa olmalı.
  • Türleri açısından ve içinde var oldukları sistemlerdeki rolleri bakımından özgün olan tüm canlı-cansız varlıkların da hakları olduğu yeni Anayasada belirtilmelidir.
  • İnsan dâhil, tabiatın parçası olan her varlığın hakları, canlı / cansız öteki varlıkların (ekosistemler, eko-bölgeler, biyo-bölgeler) haklarıyla sınırlıdır; bu varlıkların hakları arasındaki çelişkiler Doğa’nın bütünlüğü, dengesi ve sağlığı temelinde çözülmelidir.
  • Doğanın, yaşamsal döngülerini ve süreçlerini insan tarafından bozulmadan devam ettirme ve biyolojik kapasitesini yeniden oluşturma; bütünlüğünü, ilişkide olduğu diğer varlıklarla birlikte sürdürme hakkı vardır.
  • Hayvan hakları anayasal güvence altına alınmalı, hayvanlara yönelik suçlar ceza yasası kapsamında değerlendirilmeli, türlerin devamlılığı ve yavru canlıların anneleri ile serbest ve doğal bir gelişim sağlama hakkı gözetilmelidir. Devlet, insan ve tüm canlıların doğayla iç içe özgürce var olma, tecrübe etme, düşünme ve hissetme hakkını korumalı ve gözetmelidir.
  • Vatandaşlık, doğaya zarar vermemek ve gelecek kuşaklar adına onun emanetçisi olmakanlayışına uygun olarak, ekolojik sorumluluk çerçevesinde tanımlanmalıdır.
  • Doğayla etkileşim içinde olan her türlü faaliyet hem bugünkü hem de gelecek kuşaklar düşünülerek ve yaşamın devamlılığı anlayışıyla yürütülmelidir.
  • Yeryüzü / Doğa;  insan faaliyetleri nedeniyle, her türlü kirlenmeden, zehirli ve radyoaktif atıklardan zarar görmekten; yaşamsal bütünlüğünü, sağlıklı işleyişini tehdit edecek şekilde genetik yapısında bozulmalardan korunma hakkına sahiptir.
  • Anayasada insan, çıkarları ve geleceği Doğa’dan ayrı ve bağımsız bir varlıkmış gibi tanımlanmamalı; anayasa insanı içinde var olduğu bütünün, tabiatın bir parçası olarak görmeli. İnsana saygı, çevreyi metalaştırma hakkını vermez.
  • Savaşlar, canlı cansız doğanın, insanın, sosyal hayatın düşmanıdır; doğal ve sosyal tüm sistemlere telafisi mümkün olmayan zararlar veren, insan eliyle yaratılmış felaketler olarak görülmeli ve önlenmelidir. Yaşamın korunması adına savaşlara karşı çıkmak tüm bireylerin, toplulukların hakkıdır.
  • İnsanlar dahil tüm Doğa, savaş ve barış hâllerinde kimyasal, biyolojik ve nükleer silahlarının varlığından, tehdidinden ve tahribatından korunma hakkına sahiptir. Savaş veya güvenlik gerekçesiyle ekolojik dengeyi bozacak faaliyetler ve canlı veya ekosistem katliamı kabul edilmez.
  • Su, tohum ve diğer doğal varlıkların kaynak olarak değil, Doğa’nın bir parçası ve onlara bağlı yaşayan tüm canlılara ait olarak görülmesi, Doğa’nın bir hak öznesi olarak tanımlanmasında önemli bir kavramsal açılım olacaktır. Bunlar mülkiyete tabi olmamalı, kendileri veya genetik bilgileri hiç bir şekilde patentlenememeli ve kamusal kullanımları ekolojik dengeler öncelikli tutularak güvence altına alınmalıdır.
  • Özel mülkiyet, hakların korunması gözetilerek, kamu yararı yanı sıra çevrenin korunması amacıyla da kısıtlanabilir.
  • Doğal felâketlerin oluşmasına karşı önlemler ve bunlara karşın adaptasyon tedbirleri almak da devletin görevleri arasında sayılmalıdır.
  • Bütünleşik ekoloji anlayışı gereği, Doğa emanetçiliği ulusal sınırlarla belirlenemez ve yeryüzünün tamamına karşı yükümlülükleri kapsar. Doğa’nın hakları çerçevesinde, çevre sorunlarının ve bozulmasının ulusal sınırlarla sınırlandırılamayacağı, küresel bir anlayışın zorunlu olduğu kabul edilmelidir.
  • Dilsel ve kültürel çeşitliliğin biyolojik çeşitliliğin algısı ve yaşatılmasındaki rolü dikkate alınarak farklı dillerin ve kültürlerin korunması ve kendini gerçekleştirme ve geliştirme hakkı anayasal güvence altına alınmalıdır.
  • Anayasada kültürel, tarihi, arkeolojik ve estetik değerler ile doğal peyzajın korunması hüküm altına alınmalıdır.
  • Anayasada, devletin, özel sektörün, her türlü sosyal kurumun, sivil toplum örgütlerinin, bilim insanlarının, bireylerin Doğa’nın haklarının korunmasıyla ilgili hak ve sorumlulukları net ve açık bir şekilde tanımlanmalıdır.

Ekolojik Anayasada Kamu Yönetimi ilkeleri:

  • Yeni Anayasa bireylerin ve sivil toplumun çevre konularında bilgi ve belge edinme, karar mekanizmalarına katılma ve yargıya erişim haklarını garanti altına almalıdır.
  • Yeni Anayasada kamu yönetimi Doğa’yı, biyo-çeşitliliği, insan dışı varlıklarda yerel düzeydeki genetik farklılıkları, insanlarda kültürel çeşitliliği, ırkçı yaklaşımlara mahal vermeyecek şekilde, korumak ve geliştirmekle yükümlü kılınmalıdır.
  • Yeni Anayasada kamu yönetimi, çevrenin ve doğal varlıkların kullanımında, yönetiminde ve muhafazasında doğal dengenin gözetilmesinden yükümlü olmalıdır.
  • Yeni Anayasada kamu yararı, üstün kamu yararı ilkeleri ekoloji merkezli bir bakış açısıyla yeniden tanımlanmalıdır.
  • Doğa’nın kalıcı zararlı etkilere maruz kaldığı durumlarda, kamu yönetimi, yenilenmeyi sağlamak için en etkili mekanizmaları oluşturmak ve zararlı çevresel sonuçları ortadan kaldırmak veya azaltmak için gerekli tedbirleri almakla yükümlü olmalıdır.
  • Ekosisteme kalıcı olarak zarar vermiş olan uygulamaların oluşturduğu doğal ve sosyal tahribatın belgelenmesi ve tazmini için tedbirler bir kamu sorumluluğudur.
  • İklim değişikliği, çevre kirliliği ve Doğa’nın korunması ile ilgili tüm uluslararası anlaşmalara taraf olunmalı; konulan çekinceler kaldırılmalı ve anlaşma hükümleri iç hukuka aktarılmalıdır. Bunlara uygulama ve işlerlik kazandırılabilmesi amacıyla gerekli tüm altyapının oluşturulması için çözümler üretmek öncelikli politika haline getirilmelidir.
  • Ulusal hukuk ekolojik açıdan uluslararası hukuki tüm düzenlemelerle uyumlaştırılmalı; yasal ve düzenleyici diğer önlemler bu anlayışla tekrar gözden geçirilmeli ve bu kapsamda açık, tutarlı bir çerçeve oluşturulmalıdır.
  • Sürdürülebilir Kalkınma ilkesinin doğa-korumacıları değil doğayı tahrip eden şirket ve yönetimlerin elinde her kapıyı açan sihirli bir anahtar hâline geldiği ve uygulamada her zaman “kalkınma” lehine kullanıldığı, bu kavramın hukuksal değil, ideolojik bir kavram olduğu dikkate alınmalıdır. Bu nedenle sürdürülebilir kalkınma kavramının yeni Anayasada yer almasının önüne geçilmesi gerekir.
  • Çevrenin ve doğal dengelerin korunması için kabul edilmiş olan uluslararası hukuki düzenlemeler temel insan haklarının güvence altına alınması bakımından önemlidir. Bu uluslararası anlaşmalardan doğan hakları kullanabilmek için bireylerin bilgiye erişim hakkına sahip olmaları, çevre konularında karar verme süreçlerine katılım prosedürleri hakkında bilgilendirilmeleri gereklidir. Yeni Anayasa bireylerin ve sivil toplumun  “yaşam alanlarıyla ilgili her konuda” bilgi ve belge edinme, karar mekanizmalarına katılma ve yargıya erişim haklarını garanti altına almalıdır.
  • Bu hakların ve bilgilerin kullanılabilmesi yoluyla vatandaşların, sivil toplum örgütlerinin ve özel sektörün çevreyi korumada ve yaşamın sürdürülebilirliği temelinde oynayabilecekleri rollerin önemi dikkate alınarak Kamu yönetiminde her düzeyde şeffaflık ve hesap verebilirlik Anayasal güvence altına alınmalıdır.
  • Yaşam alanlarıyla ilgili olarak halkın, yerel karar alma mekanizmalarına katılımının güçlendirilmesi için Yeni Anayasa ademi merkeziyetçi bir yönetim anlayışını düzenlemelidir ve yurttaşların karar alma mekanizmalarına doğrudan ve etkin katılımını sağlayacak yöntemler / kurumlar geliştirilmelidir.
  • Yerel yönetimler katılımcı, şeffaf ve hesap verebilir olmalı, gerekli durumlarda seçilmişlerin geri çağrılmasını sağlayacak mekanizmalar, yerel arabuluculuk gibi çözümler oluşturulmalıdır.
  • Tabiatın dengesi anlayışının, çevre ve bilincinin gelişmesi için eğitim ve öğrenim kamu yönetimi tarafından yaygın olarak desteklenmeli, bu alanda çalışan çevre korumacı ve ekolojist girişim ve örgütler teşvik edilmelidir.
  • Doğal, kültürel ve tarihi değerler ile doğrudan ilgili veya dolaylı olarak bu değerlerin bekasını etkileyecek olan kamusal kararları denetleyecek bir özerk kamu denetçisi mekanizması yeni anayasada yer almalıdır.
  • Toplumun bütün kesimlerinin katılımıyla ekolojik olarak sürdürülebilir, sosyal olarak adil bir ekonomik sistem geliştirilmeli; ekonomik öncelikler ve faaliyetlerin doğal sistemlerin kendini var etme ve yenileme yetisine zarar vermeden, Doğa’yla uyum içinde ve yerel düzeyin olabildiğince teşvik edildiği bir var oluş sağlamak üzere değiştirilmesi hedeflenmelidir. Bu bağlamda toplumun ve bireylerin sağlık ve refahının sürdürülebilir kalkınma dahil maddi varlığı çoğaltmak ve kalkınmanın herhangi bir türüyle değil, toplumsal adalet ve doğayla uyumlu sürdürülebilir bir yaşam geleneğinden geçtiği her türlü hukuki içtihatta temel bir kabul olarak benimsenmelidir.
  • Yapılan tüm ekonomik faaliyetler Doğa’nın kendini yenileme kapasitesini zorlamayacak biçimde yapılmalıdır. Her türlü ekonomik girişimin oluşturabileceği zararları önlemeye ve en aza indirmeyi amaçlayan ve insanların ve Doğa’nın olası zararlardan korunması için kullanılan ihtiyatlılık ilkesine anayasal bir içerik kazandırılmalıdır. Bu bağlamda, kişi ve girişimlere ekolojiye sadece menfi etki hâli değil ayni zamanda bunun ihtimali olan faaliyetlere karşı yürütmeyi durdurmak için başvurma hakkı verilmelidir.

Ekolojik Anayasa Girişimi çağrıcıları ve Ekolojik Anayasa Konferansı Katılımcıları bu ilkeler doğrultusunda tartışmaların tüm illerde mümkün olan en geniş katılım ile sürdürülmesi, katkılarla zenginleştirilmesi ve yeni anayasanın yazımında ekolojik ilkelerin sürece dahil edilmesi konusundaki kararlılıklarını ilan ederler.

Bilgi : www.ekolojikanayasa.org İrtibat : ekolojikanayasa@gmail.com

Kaynak: http://www.yesilgazete.org/?p=28014


Yeni anayasa yapım sürecine dair görüşlerinizi bildirmeniz için son tarih 31 Aralık!

31 Aralık 2011 tarihine kadar, sivil toplum örgütleri ve yurttaşlar, yeni anayasa yapım sürecine dair görüş ve önerilerini Anayasa Uzlaşma Komisyonu’na http://yenianayasa.tbmm.gov.tr adresli internet sitesi üzerinden iletebilecekler. TBMM Başkanı Cemil Çiçek, 31 Ekim 2011 tarihinde yaptığı açıklamada, 31 Aralık 2011 tarihine kadar tüm siyasi partilerin, Anayasal kuruluşların ve STÖ’lerin yeni anayasa için öneri ve görüşlerini Anayasa Uzlaşma Komisyonu’na, yenianayasa.tbmm.gov.tr adresli internet sitesi üzerinden iletebileceklerini belirtti. Çiçek, belirtilen tarihe kadar iletilecek görüşlerin, 2012 Nisan ayı sonuna kadar değerlendirileceğini Kasım ayı boyunca çeşitli vesilelerle kamuoyu ile paylaştı. Bu yüzden STGM olarak, her ne kadar eleştirilmeye, geliştirilmeye muhtaç olsalar da var olan katılım araçlarının STÖ’ler tarafından olabildiğince kullanılmasının anlamlı olduğunu düşünerek tüm STÖ’lerin görüşlerini iletmesi için 31 Aralık’ın son gün olduğunu hatırlatmak istiyoruz. Eğer siz de anayasa yapım sürecine dair yazılı görüş ve önerilerinizi Anayasa Uzlaşma Komisyonu’na iletmek ve Anayasa yapım sürecine görüş ve önerileriniz ile katılmak isterseniz 31 Aralık 2011 tarihine kadar, http://yenianayasa.tbmm.gov.tr/ adresini ziyaret ederek, karşınıza çıkan sayfada solda yer alan menüden “Görüşleriniz” başlığını tıklayabilir, T.C. Kimlik Numaranızı girdikten sonra 4 bin kelimeyi aşmayan görüş ve önerilerinizi Anayasa Uzlaşma Komisyonu’na iletebilirsiniz. 4 bin kelimeyi aşan katkılarınızı doküman olarak iletebiliyorsunuz.

“Bizsiz Sivil Anayasa Olmaz!”

Kaynak: http://www.stgm.org.tr


Tarhan, Sönmez ve Gürcan Vicdani retle ilgili yasal düzenleme beklenirken Savunma Bakanı Yılmaz’ın “Ceza tekrarlanmayacak, retçiler bir kere hapse girecek” sözlerini tepkiyle karşıladı.

İnsan hakları hukuku uzmanı Ertuğrul Cenk Gürcan, vicdani retçi Mehmet Tarhan ve savaskarsitlari’ndan Oğuz Sönmez, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin (AİHM) Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin (AİHS) 9. maddesi gereğince Türkiye’nin düzenleme yapmazsa yeni mahkumiyetlerden kurtulamayacağını söyledi.

Milli Savunma Bakanı İsmet Yılmaz, vicdani ret ile ilgili Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde (TBMM) ”bedelli askerlik” görüşmelerinde “Askere gitmeyeceğim veya üniforma giymeyeceğim diyenler için her seferinde ceza tekrarlaması yerine bir ceza vereceğiz, o cezayı hapiste çektikten sonra da askerlikten muaf olacaklar. Düzenleme budur, bununla ilgili bir çalışma yapılacak”  demişti.

Gürcan: Profesyonel orduyla çözüm

Ertuğrul Cenk Gürcan, AİHM’in Bayatyan kararıyla 9. maddeye dayanarak vicdani reddi tanımadığı gerekçesiyle Ermenistan’ı, Yunus Erçep kararıyla da Türkiye’yi mahkum ettiğinihatırlattı ve Türkiye’nin artık vicdani reddi hakkının tanımamasının mümkün olmadığını söyledi.

Gürcan, AİHM’in 2006’daki Osman Murat Ülke kararında kötü muameleyi, tekrarlanan cezalandırmayı ve sivil ölümü dikkate aldığını, ancak Erçep kararıyla Türkiye’nin vicdani reddi hak olarak kabul etmediği için mahkum edildiğini hatırlatıyor:

”Türkiye Bakan Yılmaz’ın sözünü ettiği düzenlemeyle belki biraz zaman kazanabilir. Bu sorun ancak profesyonel orduyla, vicdani retçileri askerlikten muaf tutacak kamu hizmeti ile de çözülebilir. Kültürel dinamikler vicdani redde çok uygun olmadığı için profesyonel orduyla askerlik isteyenlerin de retçilerin de sorunu çözülür.”

Sönmez: Ret insan hakkı

Oğuz Sönmez, vicdani ret hakkının bir insan hakkı olduğunu, “hak kullanımı”nı cezalandırmanın Türkiye’ye mahsus olduğunu söylüyor:

”AİHM’in ve Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi’nin beklentisi vicdani ret yasası ve cezalandırıcı nitelikte olmayan alternatif hizmet uygulamasıdır.”

Tarhan: Vicdani ret norm olmalı

Mehmet Tarhan da hükümetin vicdani reddi değil, askerlik düzenlemesini norm olarak gördüğünü ve cezalandırıcı tedbirler önerdiğini ifade etti.

”Avrupa Konseyi yönergeleri vicdani ret hakkının bir ceza rejimi içinde değil, bir hak kategorisi olarak görülmesi gerektiğini gösteriyor. Erçep kararı nedeniyle yeni bir düzenleme kısa süre sonra tekrar gündeme gelecektir. (EKN)

Kaynak: BİA Haber Merkezi , www.bianet.org


Philippe is a Frenchman who has just been released from jail, he meets Avdal, a Kurdish refugee looking for an Iraqi war criminal in a quest to take revenge. They become friends and Avdal ends up staying in Philippe’s little studio located on the top floor of an old Parisian building. Avdal has a fiancée called Siba back in Kurdistan, who plans to join him in France. But Avdal unexpectedly dies from a heart attack, and Philippe has to deal with his corpse in a very short time. Renown Kurdish director Hiner Saleem’s latest feature If You Die I will Kill You encompasses melodrama, comedy and tragedy starring Jonathan Zaccaï, Mylène Demongeot and Iranian actress Golshifteh Farahani who played in Body of Lies with Leonardo DiCaprio and Russell Crowe.

If You Die I Will Kill You” is the new film by East Kurdish director Hiner Saleem (Vodka Lemon). Saleem has been living in France for some time now and his films are permeated by this situation as an exiled person.

The film is a French production.

Hiner Saleem, born in 1969, is a Kurdish filmmaker who lives in Paris.

If You Die, I’ll Kill You also encompasses melodrama and comedy, tragedy and absurdity. The Armenian village of Vodka Lemon has given way to the Parisian Tenth Arrondissement, in which a substantial Kurdish community has grown over the past 30 years.

Approximately 150,000 Kurds currently reside in France, many of whom live and work in Paris’s Tenth. Much of this immigration is quite recent. During the 1960s and ’70s, the first Kurdish immigrants came to France for economic reasons. During the ’80s, ’90s, and after September 11, the wave of immigration became more political, prompted by the Islamic Revolution in Iran and the growing discrimination against the country’s Kurds that followed; by Saddam Hussein’s Anfal Operation in 1987, which used chemical gas to kill thousands of people and destroyed 90 percent of Iraq’s Kurdish villages; by the Turkish military operations against the Kurdistan Workers’ Party (PKK) in 1984 and the subsequent destruction of 3,428 Kurdish villages there. Recently, due to the second U.S.-led war in Iraq, many Kurds fled from Iraqi Kurdistan and joined this Parisian community.

Long sequences shot in close-up show them experiencing new sensations. During her first night in Paris, as she looks at the gray sky from her tiny balcony, Ziba feels the freshness of the air and discovers her loneliness, far from the security of her family and homeland. Later in the film, she goes to the bar her fiancé used to frequent and orders her first glass of wine. The way she tastes it transforms this common drink into a sacred beverage embodying liberty and feminine emancipation.

Philippe spends most of his time in his empty apartment, and the heavy smoke of his cigarettes reflects a man lost in impenetrable thoughts. Adval quietly and obsessively eats eggs and seems to ponder his past life in Kurdistan. These silent scenes have a cumulative emotional effect and lead us to identify both with the specific characters and the universal state of loneliness they enact.

IF YOU DIE I WILL KILL YOU

Director: Hiner Saleem

Cast: Jonathan Zaccaï, Golshifteh Farahani, Mylène Demongeot, Özz Nüjen, Menderes Samancılar, Billey Demirtaş, Nazmi Kırık

France / 2010 / 90mins

From East Kurdistan is also “My Letter to Pippa” directed by Bingöl Elmas. Giuseppina Pasqualino di Marineo (known as Pippa Bacca) was an Italian artist who, wearing a symbolic wedding dress embarked on a hitch-hiking expedition from Rome to the Middle-East to pro- mote world peace and renewed trust in people. In 2008, she di- sappeared outside Istanbul. Her raped body was later recovered. In this road documentary, Kurdish director Bingöl Elmas picks up the peace torch where the young Italian artist and peace activist left off, and undertakes to continue the journey.

Kaynak: ANF / LONDON